Şu serzenişi sık sık duyarız: ”Ben inançlı, haramlardan sakınan, dini vazifelerini elden geldiğince yapmaya çalışan bir kişi olduğum halde, Allah (c.c.) bana istediklerimi vermiyor da, (filanca kişi) haramlardan hiç sakınmadığı, dilediğince yaşadığı ve hatta inancı da pek sağlam olmadığı halde Allah ona her istediğini veriyor? Hatta dünya genelinde de durum böyle. Dinsiz kâfirlere dünyanın bütün nimetleri bol bol verilmişken, müslümanlar perişan durumdalar! Bu neden böyle?”
Bu soruyu soran kişiye öncelikle “Allah (c.c.) sana da çok şey vermiş, ama sen farkında değilsin!” demek gerekir. Bu hususa daha sonra tekrar dönmek üzere, yukarıdaki sorunun cevabını ayet ve hadisler ışığında kısaca birkaç noktada toplamak mümkündür:
1- Allah-u Teâlâ dünyayı isteyene, yani bütün gayretini dünyalık şeyler kazanmak için hasredip çalışana dünyayı; aynı şekilde âhireti isteyene ise âhireti verir. İlâhi kural böyledir. Bu hususta mümin-kâfir, dindar-dinsiz, iyi-kötü, v.b. ayırımı yapılmaz. Ancak, bütün amaçları sadece dünya olup ahirete inanmayanlar veya onu hiç kaale almayanlar sonunda cehenneme düşer. İsrâ suresi 18- 20 ayetleri bu hususu açıklar:
“ Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür ” (İsra suresi, ayetler 18-19)
Bakara suresinde ise şöyle buyurulur:
“ İnkâr edene de (nimet veririm), fakat onu kısa bir müddet (dünya hayatında) faydalandırır, sonra da onu ateş azabına (girmeye) mahkum ederim! O varılacak yer, ne kötüdür ” (Bakara suresi, ayet 126)
Yanlış anlaşılmasın, mümin dünyadan elini eteğini çekip de dağ başında oturan bir kişi değildir. Yaşamında dünya-ahiret dengesini iyi kuran, dünya için ahiretini unutmayan, dünyevileşmeyen, dünya hayatını ebedi hayat üzerine tercih etmeyen, dünyevi hırsları, arzuları kalbine sokmayan kişidir. Örnek aldığı kişi Resûlullah (s.a.v) Efendimizdir. Medine döneminde (fütûhat olduğu için) müslümanlar büyük maddi imkanlara kavuşmuşlardı.. Şâyet dileseydi Efendimiz aleyhisselam kendisine büyük köşkler, saraylar yaptırıp son derece debdebeli bir hayat sürebilirdi. Ancak o sâde ve mütevazi yaşantısından katiyyen vazgeçmedi . Bazen kendisine ganimet mallarından binlerce altın dinar veya yüzlerce deve (bir deve günümüz şartlarına göre iyi bir araba demektir) gelirdi, ancak akşamüstü elinde bir tanesi bile kalmazdı, çünkü hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı.
Oysa şimdilerde görüyoruz ki Körfez ülkeleri başta gelmek üzere, “müslüman zenginler” son derece şatafatlı, altın işlemeli koltuklar v.b. ile lüks bir hayat sürmektedirler. Bangladeş, Filistin, v.b gibi müslüman ülkelerde bu kadar fakir fukara varken ve milyonlarca göçmen çadır kentlerde yaşarken böyle bir hayat tarzı katiyyen câiz değildir ve Sünnet-i Resulullah’a aykırıdır.
2- Dünyanın Allah (c.c.) katında bir değeri yoktur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Eğer dünyanın Allah katında sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi..” (Câmi-üs Sağir 7489; Tirmizi, İbn Mâce)
Dünyadaki nimetler, müminlere ahirette verilecek nimetler yanında bir hiç mesabesindedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde âhiret nimetleriyle dünya nimetlerinin bir mukayesesini yapmış ve şöyle buyurmuştur:
“Âhiret nimeti yanında dünya nimeti, ancak sizden birinizin parmağını büyük bir denize batırması kadardır. Artık parmağının denizden ne kadar su aldığına bir baksın“
İşte bu boyutuyla dünya, ebedi âlem olan âhirete nispetle kıymetsizdir, bir sivsinek kanadı kadar bile değeri yoktur. Başka bir hadis-i şerifte de: “Cennetten bir karış yer, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır” buyurulmuştur. Bu sebepten dolayı Cenab-ı Hakk, dünyayı kendisini tanımayan kâfir, müşrik, ..v.b herkese verebilir. Oysa cennetini, sadece kendisine iman eden, sevdiği ve râzı olduğu kullarına verecektir. Dinsiz, kâfir, müşrik ve münâfıkların Cennetten bir nasipleri olmadığı, müminler için ise âhiretin dünyadan çok daha hayırlı olduğu birçok Kur’ân ayeti ile sâbittir:
“ Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi? ” (Kasas suresi ayet 60)
3- Allah Teâlâ sevdiği kullarını (dostlarını) dünyadan korur:
Allah Teâlâ, Musa ve Harun aleyhimüs-selam hazerâtına şöyle vahyetti: “ Nasıl ki şefkatli bir çoban, devesini helak edici otlaklardan engellerse, Ben de dostlarımı dünyanın nimetlerinden ve bolluğundan sürekli engellerim ve yine muhakkak ki merhametli bir çoban, develerini uyanık vaziyette gaflete kapılarak zarar görecek yerlerden uzak tuttuğu gibi, Ben de onları dünyanın refahından ve tatlı yaşantısından uzak tutarım “ (Ruhu’l Furkan c.17, s. 525)
4- Dünya imtihan yurdudur, ücret alma (karşılık görme) yeri değildir. Karşılıklar ahirettedir:
“ İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıverecek lerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlak ortaya koyacaktır “ (Ankebut suresi, ayetler 2-3)
Nasıl ki mekteplerde okurken neyi ne kadar bildiğimiz yapılan imtihanlar neticesinde ortaya çıkıyorsa ve “ Benim imtihana girmeme gerek yok , ben zaten (filanca) konuyu çok iyi bilirim” demenin bir geçerliliği yoksa , bunun gibi , bu dünyada da kimin gerçek mümin ve hâlis kul olduğu, kimin de fasık facir veya münafık olduğu içinden geçmekte olduğumuz hayat imtihanı neticesinde ortaya çıkacaktır. Unutulmasın ki her imtihan aynı zamanda bir imkan, bir fırsattır. Nasıl ki imtihanları başaranlar daha yüksek makam ve mevkilere gelmeye hak kazanıyorlarsa, dünya imtihanını başarıyla geçebilen müminlere de Cenab-ı Hak dünyaya göre çok daha âlî, üstün , güzel ve her ânı mutlak mutluluk içinde geçen ebedi cennet hayatını vaad etmektedir. Dünya imtihan yurdudur, ücret alma ( karşılık görme ) yurdu değildir. Yapılanların karşılığı olarak verilecek ceza veya mükâfatlar dünyada değil, âhirette olacaktır :
“ Bugün (kıyamet günü) herkes (dünyada) kazandığı şeyin karşılığını görür. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı pek çabuk görendir “ Mümin suresi, ayet 17
Unutulmasın ki, dünyada en zor imtihanlara tâbi tutulanlar önce peygamberler, sonra evliyâullah, sonra da sâlih kullardır. İlâhi kural böyledir. Özellikle de peygamberlerin reisi olan Resûlullah s.a. v Efendimiz’in çektiği sıkıntıları hiçbir peygamber çekmemiştir. Beyit:
Mümin olanların çoktur cefâsı
Âhirette olur zevk-ü sefâsı
Yine, başka bir husus:
5- “ Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor “ (Tevbe suresi, ayet 55)
Refah ve servetin insanların pek çoğunu azdırdığı ve yoldan çıkardığı bilinen bir gerçektir. Her toplumda peygamberlere ilk karşı çıkanlar o toplumun “mütref“, yani refah ve bolluk içinde yaşayan, malları ve çocukları çok, geniş imkanlara sahip, bundan dolayı da şımarmış olan zümresi olmuştur ki bu husus Kur’an’da çok sık vurgulanır. Peygambere karşı çıkan kişi ise hem dünyada, hem de ahirette helak olur. İşte bu ayet-i kerimede, Allah Teâlâ’nın münâfık ve kâfirlere mal ve evladı azab etmek için verdiği ve onların (kendileri öyle istedikleri için) küfür üzere ölmelerini irade buyurduğu açıkça ortaya konmaktadır. Müminlere ise: “ Ey inananlar! Münâfıkların ve kâfirlerin mallarına, çocuklarına yahut sahip oldukları diğer imkanlara hayran kalmanız size yakışan bir şey değildir” buyurulmak istenmiştir.
Firavun Allah’ı (c.c.) tanımayan , kendini tanrı ilan etmiş acımasız ve zâlim bir küfür önderiydi. Saltanat sahibi güçlü bir hükümdardı. Binlerce askeri, hazineleri vardı. Allah Teâlâ’nın onun karşısına çıkardığı hak peygamber olan Hazret-i Musa (a.s)’nın ise elinde âsâsından başka bir şeyi yoktu, zahiren güçsüz ve fakir bir zattı. Ancak neticede aralarındaki hak- bâtıl mücadelesini kazanan Hz. Musa (a.s) oldu. Şu anda (Berzah âleminde) Firavunun azab içinde olduğu, buna mukabil Musa aleyhisselam’ın altıncı kat semâvattaki makamında cennetleri temaşa ettiği ayet ve hadislerle sâbit olmuş bir gerçektir.
Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur:
“Bir kulun günahlarına rağmen Allah‘ın ona yine de dünyadan istediklerini verdiğini görürsen (bil ki) ancak o istidracdır (nimetler vererek kendisini helake çekmektir)” (Ukbe İbn Amir r. a’dan Ruhu’l Furkan 4, s. 396)
Bütün bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ’nın bazı kimselere bol imkanlar, mal, servet, eşler ve çocuklar vermesi, onların Allah katında değerli kul olduklarını göstermediği gibi, tam aksine bunlar onların helakine sebep olacak şeylerdir. Özellikle de imanı olmayan kimsenin akıbeti ebedi azap olacağı için, ona verilen nimetler zahirde iyilik gibi görünürse de, hakikatte azabın ta kendisi olduğu muhakkaktır:
“ Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile kendilerine faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar “ (Müminun suresi, ayetler 55-56)
İşte şimdi, “Allah bana istediklerimi vermiyor“ diyebilen bazı kişilerin düşünmesi lâzımdır: Kendilerine verilmiş olan yüzlerce nimetten sadece biri olan, göz nimetine milyonlarca lira değer biçebilir mi? Ya sahip olduğumuz diğerleri: İman ve İslam nimetleri, “âlemlere rahmet“ olarak gönderilmiş son Peygamber Nebiyy-i Muhterem ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e ümmet olma nimeti ve “kelâmullah“ olan Kur’ân-ı Kerîm’e muhatap olma nimetlerini dağlar kadar altınlar bile karşılayabilir mi? Samimi bir müslüman bu büyük nimetleri, bütün dünya kendisine teklif edilse bile asla hiçbir şeyle değişmez ! Şu anda birçoğumuz belki bilincinde değiliz ama, ahirette her şey açık seçik ortaya çıktığı zaman bunların ne kadar büyük nimetler olduğu o zaman anlaşılacaktır. O halde bizlere düşen, yersiz bazı serzenişlerde bulunmak yerine, sahip olduğumuz bunca nimetin gereğini yaparak Rabbimizin sevdiği ve râzı olduğu bir kul olabilmek için çalışmaktır.