İMAM  NAHÇUVANÎ (Nahcivani)  HZ.LERİ  KİMDİR ?

Nimetullah ibn Mahmud en-Nahcivani: Büyük bir mutasavvıf olan bu zat, Azerbeycan’ın Nahcivan şehrinde doğmuştur. Gençliğinden itibaren iyi bir öğrenim görmüş, çağının ilim erbabından ilim ve irfan almış, bilâhare tasavvufa intisab etmiş ve inzivaya çekilmiştir. Nahcivani Hicri 904 (m. 1498) tarihinde Tebriz’den Anadolu’ya göç ederek Akşehir’e gelmiş, orada ikamet ederek halkı irşad etmeye çalışmıştır. Hanefi mezhebine tâbi, zâhid ve muttaki bir kişiliği olan Nahcivani, tarikat itibariyle de Nakşibendiyye’dendir.  O,  fakirliği zenginliğe tercih eden, şan ve şöhretten kaçan,  ilm-i tevhid’de ve  ilâhi esrar denizinde gark olan ârif bir zattır.  Yazdığı Kur’ân tefsiri tetkik edildiği zaman,  O’nun müteşerri’ olduğu (şeriata sımsıkı sarıldığı),  ilâhi füyuzata ve lütüflara nâil bulunduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. “Ben, Zât denizinde gark olan, Cemâlullahı mütalaa etmek suretiyle hayretler içinde kalan ve  O’nda mutlak mânada fâni olan budelâ’nın hizmetkârı ve ayaklarının tozuyum“  diyen bu büyük veli, müfessir ve mutasavvıfı rahmetle anıyoruz.  Hicri 920 (m. 1514) yılında Akşehir’de vefat eden Nahcuvanî Hz.lerinin kabri halen ziyarete açıktır.

Kaynak : Doç Dr Abdülbaki Turan, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. Daha ayrıntılı bilgi için:  http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D00198/1985_1/1985_1_TURANA.pdf

 

İMAM  NAHCUVANÎ (Kuddise Sırrıhu)  HZ.LERİNİN NASİHATLERİ

Ebedi sonsuzluğu kazandıracak  olan fenâ mertebesine müteveccih bulunan ey Muhammed-i Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) in ümmeti! Allah-u Teâlâ sa’yini meşkûr (çalışmalarını teşekküre değer) kılsın, seni aradığının nihayetine ulaştırsın ve kaza-i ilâhinin hükümlerinden başına gelen herşeyde rızâyı (Allah Teâlâ’nın hoşnudluğunu) karin’in (yakın arkadaşın) yapsın.

Zira bu kevn ve fesat (yapılıp bozulma) âleminde cereyan eden herşey, ancak Allah-u Teâlâ’nın  murâdı (dilemesi, takdiri) üzere, Cemal ve Celâl, Lütuf ve Kahır tecellileri hasebince, O’nun meşiet (istek) ve iradesi  muktezasınca (gereğince) meydana gelmektedir.

Ubudiyet (kulluk) mertebelerinin nihayeti (sonu)  olan rızâ makamına eren bir ârif, muhakkak ki  bütün kayıtlardan (dünyevi bağlarından) kurtulmuş olacağından, ne darlık, ne bolluk, ne lezzet, ne külfet, ne fakirlik, ne de zenginlik onu bulandırmaz, çünkü bütün bunlar imkân levazımından (sonradan yaratılma gereklerinden) ve bu’d ile hizlân (Allah-u Teâlâ’dan uzaklık ve rüsvaylık) emâre (alâmet) lerindendir.

O halde ey mürit! Sana lâzım olan şeyler:

1- Ucûb (kendini beğenmek), riya (gösteriş), heva (kötü arzu) ve gevşeklik gibi bütün mânevi hastalıklardan nefsini arındırman,

2- Dünya ehli ile lüzumsuz şekilde karışıp görüşmekten yüz çevirerek uzlete (ibadet için kenara çekilmeye) devam etmen,

3- Rastgele sert bir elbiseyle, başını sokacak bir yuva temini ve açlığını gidermenin dışında nefsinin hazlarını (isteklerini) azaltman,

4- Tevazu zâviyesinde (alçak gönüllülük köşesinde), kanaat mağarasında ve ferağat (arzu ve isteklerden vazgeçme) yurdunda kendini yerleştirmen,

5- Bid’at ehli ile görüşmemen,  özellikle emanet olan dünya meselelerinde onlara müracaat etmemen, (Bid’at ehli: Ehli sünnet dışındaki bir inanca sahip olan kişiler)

6- Dünyada, içindekilerden hiçbir enis (dost, arkadaş)  ve yoldaş tutmayan bir garip gibi, yahut yeri yurdu belli olmayıp nerde sabah orda akşam dolaşan yolcu gibi olman,

7- Kendini kabir ehlinden sayıp, ecelinle ölmeden evvel, alışkanlıklarını bırakma ve ilişkilerini kesme hususunda iradenle ölmen, zira suret ölümü ile ölenlerin ekserisi dünyadan büyük bir pişmanlıkla çıkarlar, mevt-i iradi mertebesine ulaşan bir ârif ise o kadar büyük lezzet ve sevinçlere nâildir ki, eski hayatına dönse çok gamma düşer, hatta üzüntüsünden helak olabilir.

8- Dünya ve lezzetlerinden tamamıyla eteğini çekip, Allah-u Teâlâ’nın Kitâbından, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)  hadis-i şeriflerinden  ve meşâyıh-ı izam’ın  bu iki kaynaktan büyük bir çalışma ve tam bir ciddiyet neticesinde istinbat ettikleri (çıkardıkları) kıymetli ilimlerden istifade etmeye devam etmen,

9- Kur’ân, Sünnet ve bunlardan çıkarılan ilimler dışında, istidlâl sahiplerinin (doğru yoldan sapanların) kâsır (eksik) akıllarının aldatmaları ve hâsir vehim (zararlı düşünceler) leriyle bâtıl hayallerinin uydurmaları neticesinde ortaya çıkan hak yoldan kaymış bâtıl (boş ve asılsız) bilgileri tahsilden azmini dizginlemen

Allah-u Teâlâ, menn’i ve  cûd’u (iyiliği ve cömertliği) ile bizleri manevi indinden teyid edilerek desteklenen, azminin dizgini Hakka doğru salınarak  hiçbir (bâtıl) şeyle bağlanmayan kullarından eylesin. Amîn ..

(Kaynak : Ruhul Furkan Tefsiri, cilt 8, shf 354)

 

TASAVVUF  ve  NAKŞİLİK  NEDİR ?

Tasavvuf ve Nakşilik hakkında çok kısa bir malumatı Prof. Ahmet Şimşirgil’in bir makalesinden alıntı yaparak aşağıya alıyoruz:

Nakşi meşâyihi tasavvufu “Al­lah’ın kitabı ve Resulullâh’ın sünneti üzere yaşamak, Hz. Peygamber ve ashabının yaşa­dığı saâdet asrı­nı, maddî ve ma­nevî olarak diri tutmak” olarak tanımlarlar. Gü­nümüzde oryantalistler ya da modernist İslamcılar tarafından tasavvufa yüklenmek istenen kaynak, şekil ve metotla ilgili suçlamaların hepsi; hakiki tasav­vufi metin ve kaynaklardan uzak kalmanın ya da meseleye kasıtlı yaklaşmanın bir sonucudur.

Dünyada müslümanların yaşa­dığı bir çok bölgede; irşat, teb­liğ ve tecdit faaliyetlerinde öncü rolü oynayan Nakşi meşâyihi, Ehli sünnet çizgisindeki tavırla­rı, bid’at ve hurafeden uzak yak­laşımları, halk içinde Hakk’la birlikte düsturuna uygun, sade ve mütevazı hayatları ile her za­man takdir ve itibar görerek sa­bır ve metanetleri, mücadeleci ve kararlı şahsiyetleriyle bulun­dukları coğrafyaya ilim ve haki­kat ışığı olmuşlardır .

Nakşibendiyye Anadolu’da

Resûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem’den başlayan, de­vamlı ve kesintisiz bir silsileye sahip olan ve “Silsiletü’z-zeheb” (Altın silsile) olarak gönüllere kazınan bu yolun, Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend ile başlayan ikinci vetiresinde; özel­likle Orta Asya’dan Orta Avru­pa’ya uzanan geniş bir alanda et­kisinin arttığı ve müntesiplerinin çoğaldığı görülmektedir. Anado­lu’da ilk nesiller; Ubeydullah Ahrâr‘la (h.895-m.1490), bir baş­ka deyişle, Fatih Sultan Mehmed Han döneminde görülecektir.

Özellikle İran’da Şah İsmail’in baskı ve şiddetinden Anado­lu’ya hicret eden; çoğu Ubeydullah Ahrar’ın halifesi bir çok Nakşi meşâyihi, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süley­mandan büyük bir ilgi ve mu­habbet gördüler. Bunlar arasın­da özellikle Bitlis’e yerleşen Şeyh Ebu Said bin Sunullah (ö.1572) ile Konya Akşehir’e yerleşen Baba Nimetullah Nahcuvani (ö.1514) sayılabilir …

(Kaynak: Prof. Ahmet  Şimşirgil)