“Mâlik-i Yevmi’d-Din = Din gününün sahibi”
Her namazımızda (Fatiha suresinde) okuduğumuz bu âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ’nın “Din günü” nün sahibi olduğunu ikrar ediyoruz.
Mâlik: Sahip olduğu şeylerde, dilediği gibi tasarruf ve muamelede (idare ve yönetmede) bulunan Zat’a denir. Arabistanda bazı yörelerde Mâlik kelimesini Melik olarak okurlar. Melik ise güçlü hükümdar, herşeyi kapsayan bir kuvvet ve tam bir galebe ile emir ve yasaklara ait konularda külli tasarruf sahibi olan, anlamlarını taşır.
Yevmi’d-Din: Din günü demektir ki, bundan maksat; herkesin dünyada yaptıklarının karşılığını göreceği ceza günüdür, ahiret günüdür. O gün, Allah’dan başka Mâlik, hükmedici, amellere ceza ve mükafat verici yoktur. O gün, mahlukâtın (yaratıkların) hesabının görüleceği gündür. O gün hüküm sadece Allah Teâlâ’ya aittir:
“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur“ (Mümin suresi, ayet 17)
ve
“Artık hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır“ (Mümin suresi, ayet 12’den)
ve benzer mealdeki ayetler bu gerçeği açıklar.
O gün İlâhi adalet tam olarak tecelli edecek, hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmayacak, iyi veya kötü toz zerresi kadar bile bir ameleden mutlaka karşılığını görecektir. Cenab-ı Hak herkese hayırlı işlerine karşı mükâfat, kötü işlerine karşı da ceza verecektir. Bu, bütün mahlukâtı yaratan, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’nın vaadidir:
“O gün insanlar amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek için (mahşer yerinden) bölük bölük (Cennet ve Cehennemdeki yerlerine) dönerler. Artık kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görecektir. Kim de zerre miktarı şer yapmışsa onu görecektir ” (Zilzal suresi, ayet 6-8)
Kıyamet (Din) günü dünyadaki gibi 24 saaatlik bir zaman dilimi değil, belki de binlerce sene sürecek uzun bir süreçtir (herşeyin doğrusunu Hak Teâlâ bilir). Bu sürecin içinde yeniden dirilip kabirlerden kalkma, mahşer meydanında toplanma ve orada bekleme, sorguya çekilme, amel defterlerinin dağıtılması, hesapların görülmesi, Mizan (amellerin tartılması), Sırat’tan geçiş ve nihayet bütün amellerin mükâfat veya cezalarının verilip insanların Cennet veya Cehennem’e sevk edilmeleri gibi çeşitli menziller-aşamalar vardır. Bu hususların hepsi ayet ve hadislerle sâbit olduğu için bunlardan şüphe edilmez; bunları inkâr eden ise küfre düşer.
İşte bu din (hesap) gününün en çetin menzillerinden birisi hak sahiplerine haklarının verildiği andır. Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur:
“Muhakkak ki kıyamet gününde haklar sahiplerine tam olarak ödenecektir. Hatta boynuzlu koyundan, boynuzsuzu boynuzlamasının hakkı bile (alınacaktır)..“
(Cami-üs Sağir Şerhi, no. 3204; Ramuz 4285; (Müslim, Tirmizi, Müsned))
Kıyamet gününde insanlar arasında ilk karara bağlanacak dâvalar ise kan dâvalarıdır. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde insanlar arasındailk olarak kan dâvalarına bakılacak ve bu dâvalar hakkında hüküm verilecektir” (Abdullahbin Mes’ud r.anh’dan; Müslim)
Dünyada makamı, mevkii, parası olan bir kimse, nüfûzunu kullanarak, yalancı tanıklar bularak veya rüşvet vererek mahkemeden kendisi aleyhine çıkacak bir kararı engelleyebilir. Peki, iddia makamının (savcının) kendi amelleri, tanıkların melekler ve kendi elleri ayakları dahil olmak üzere herşey, hüküm verecek makam’ın ise “ahkamü’l hâkimin”, yani hâkimler hâkimi, hükmedenlerin en hakîmi, en âdili ve doğrusu, mutlak hâkim olan Allah’u zül celâl veTekaddes hz.leri olan bir mahkemede kişi kendini kurtarabilecek midir? O hâkimler hâkimi ki, o gün “kimseye zerre kadar haksızlık edilmeyeceğini” (Nisa, 40) yüce Kitâbında bizlere beyan buyurmaktadır. Bu bakımdan, Peygamber Efendimiz s.a.v bizleri şimdiden uyarmaktadır:
“Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir“ (Buhari)
Büyük velî ve âlim İmam Rabbani hz.leri Mektubat isimli eserinde şöyle demektedir:
“ Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu sahibine geri vermek, yüzlerce lira sadakadan daha hayırlıdır. Bir kimse peygamberlerin yaptığı ibadetleri yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe Cennete giremez “
Büyük fâkih İbn-i Abidin hz.leri ise Dürrü’l Muhtar isimli ünlü eserinde, Kıyamet günü hak sahibi hakkından vazgeçmezse, bir dank (yarım gram gümüş) hak için, cemaat ile kılınmış, kabul olunmuş yediyüz namazın alınıp hak sahibine verileceğini yazmaktadır.
İmam Gazali hz.leri ise o gün yaşanacakları İhya-i Ulumid-Din isimli kitabında şöyle anlatmaktadır:
“Şayet bir kişi üzerinde kul hakkı bulunarak ölürse, o gün hasımları etrafını alacak ve kimi elinden, kimi boynundan, kimi yakasından yapışacaktır. Biri, “bana haksızlık ettin”, diğeri “ bana sövdün”, diğeri “benimle alay ettin”, başkası “beni çekiştirdin, gıybetimi yaptın”, öteki “alışverişte hile yaptın, beni aldattın”, diğeri “benim hakkımda yalan söyledin, iftira attın”, fakir biri “aç olduğumu bildiğin halde beni doyurmadın”.. v.b diyerek haklarını talep edeceklerdir. Kişinin onlardan kendisini kurtarması mümkün değildir ” … İşte o vakit, onların hakları karşılığı olarak ömür boyunca zahmet çekerek yapmış olduğu ibadetlerin mükafatı o kişiden alınır ve hak sahiplerine hakları nispetinde verilir. Şayet yeterince sevabı yoksa, bu sefer mazlumun günahlarından alınıp, yaptığı haksızlık kadar o kişiye yüklenecektir (Ancak Allah-u Teâlâ’nın onun hasımlarını razı etmesi müstesna). Bu duruma düşen bir kişi, Hz. Peygamber s.a.v Efendimiz’in tanımı ile, artık tam bir “Müflis” tir.
Sahâbeden Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:
Resûlullah sallallâhu aleyhive sellem bir gün ashabına:
“ Biliyormusunuz, müflis kimdir ? “ diye sordu.
Onlar: “ Bizce müflis (iflas etmiş), parası ve malı olmayan kimsedir“ dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber aleyhisselâm buyurdular ki:
“ Benim ümmetimin müflisi o kimsedir ki, Kıyamet gününde namaz, oruç ve zekatla gelir, fakat şuna söğmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu döğmüş olur. Bundan dolayı onun hasenâtından (alınıp) bu kişilere verilir. Üzerinde olan haklar ödenmeden hasenâtı (iyilikleri) tükenirse, o zaman hak sahiplerinin günahları o kimseye yüklenilir, sonra Cehenneme atılır ..”
(Müslim, Kitab-u Birr ; Riyazüs Salihîn, Hadis no. 216)
Yine başka bir hadis-i şerifte Resulullah s.a.v şöyle buyurmuşlardır:
“.. Kıyamet gününde kişi dağlar gibi ibadetlerle mahşer yerine gelir ve bu amellerin artık kendini kurtaracağını sanır. Fakat birisi çıkar, “ Yâ Rab, şu kişi banazulmetti “ der. Allah-u Teâlâ “ Onun defterinden sevablarını silin, buna verin” buyurur. Bu şekilde bütün hak sahipleri gelir, haklarını alırlar ve adamın elinde sevab diye bir şey kalmaz..“
(İbn-i Mesud r.a ‘dan, Ahmed ve Beyhaki ; İmam Gazali c. 4/ shf 937)
Bu hadis-işeriflerden anlamaktayız ki, zulüm ve haksızlık yapan bir kişinin amel defterinde bulunan sevabları, kıyamet gününde hakkını aldığı kişilere aktarılacaktır. Şayet kişinin yeterli sevabı yoksa, bu sefer diğerlerin günahları bu kişiye nakledilecektir. İmam Gazali hz.leri bu hususta şöyle buyurmaktadır:
Kendi amel defterinde yapmadığı kötülükleri gören bir kişi, “Ben bu günahları yapmamıştım, bunlar nedir? “ diye sorduğu zaman, ona “İşte bunlar hakkında gıybet ve dedikodu yaptığın, veya alışverişte kandırdığın veya komşuluk haklarına riayet etmediğin, .. v.b (yani bir şekilde hakkını üzerine geçirdiğin) kimselerin günahlarıdır. Senin defterine intikal ettirildi ..” denilir .. (İhya-i Ulumü’d-din, c 4/ shf 936).
(DİKKAT: Kişi bir ömür boyu zahmet çekerek, maddi ve manevi fedakarlıklarda bulunarak edindiği sevapları, en muhtac olduğu bir zamanda kaybetmekte, bunlar hakkını aldığı kişilere aktarılmaktadır. Sadece bu durumun bile yaratacağı pişmanlık, ızdırab ve elem, azab olarak o kişiye yetmez mi ?)
İşte ahirette bu durumlara düşmemek için kul (ve hatta hayvan) hakkı almaktan son derece kaçınmak ve şayet hasbelbeşer, eliyle–diliyle birilerine kötülük yapıp hakları alınmışsa da , o kişilerin haklarını ödeyip, daha dünyada iken onlarla helalleşmek en doğrusudur. Çünkü, mahşer gününün hesabı pek şiddetlidir. İslam alimleri, kişi cennetlik dahi olsa, bu haklar alınıp ödeninceye kadar onun Cennete giremeyeceğini ifade etmektedirler.
Şu önemli hususu da ilave etmekte fayda vardır. “Kul hakkı” denilince aklımıza önce tanımadığımız, sokakta veya çarşıda v.b gördüğümüz kişilere ait haklar gelir. Oysa kul hakları hususunda öncelikle aile bireylerimizden başlamak lâzımdır. Eşlerin birbirine (kocanın karısına, kadının da kocasına), anne-babanın çocuklarına, çocukların da anne- babaya; kardeşlerin birbirlerine ve yine diğer aile bireylerinin (amca, hala,dayı, yeğen, .. ) birbirlerine karşı hakları vardır. Daha sonra diğer akrabalar, yakın komşu- uzak komşu , arkadaşlar, dost ve tanıdıklar hepsinin birbirlerine karşı hakları vardır. Misal, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” hadis-i şerifi gereği, fakirlerin zengin komşuları üzerinde hakları vardır. Kısacası, önce en yakınımızdan başlayarak giderek genişleyen bir halka içinde, herhangi bir şekilde ilişkide bulunduğumuz insanların bizim üzerimizde hakları oluşabilir. Yüce dinimizde bu hususta müslim ve gayrimüslim ayırımı da yoktur. Hatta, ulema gayrimüslim haklarına daha çok riayet etmek gerektiği hususunda uyarmışlardır. Bu bakımdan, ahirette kul hakları konusunda sıkıntıya düşmemek için öncelikle bir ilmihal kitabı edinip, anne, baba, eş, çocuklar, kardeşlerden başlamak üzere kimlerin bizde ne tür hakları olabileceğini öğrenmemiz ve davranışlarımızı ona göre düzenlememiz lazımdır.
Yazımızı bir şiir ile bitiriyoruz:
Sen Yolcu, Bu Yalan Dünya Hancıdır
Öyle Bir Gün Var ki, Yürekte Sancıdır
Yer Gök Bir Olup da Hesap Sorulunca
En Sevdiğin Bile Senden Dâvacıdır