“ Âdem oğlunun iki dere dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. Âdem oğlunun (muhteris) gönlünü topraktan başka bir şey dolduramaz. Şu kadar ki (ihtirası bırakıp) tevbe eden kimsenin tevbesini  Allah kabul eder “   (Sahih-i Buhari tercümesi, c 12,  Hadis  no: 2025)

Kanaatsizlik, tedavi edilmesi gereken mânevi bir hastalıktır. Çünkü kanaatsiz kişi mutsuzdur, hep hâlinden şikayetçidir. Her şeyin hep daha fazlasını, üstününü ister; elinde bulunanlarla yetinmez, “filancada var, ben de niye yok“  diye düşünür. Bunları elde edemeyince de morali bozulur, kendini kötü ve mutsuz hisseder.

Kanaatin ne demek olduğunu Mehmed Zahid Kotku hz.leri: “Kanaat, Hak Teâlâ’nın taksimine, verdiğine râzı olup başkasının malında ve servetinde gözü olmayan ve Allah Teâlâ’nın verdiğine şükreden bahtiyar kulun halidir “ diyerek çok güzel tarif etmiştir. Kanaat etmek, çalışmadan, hiçbir şey yapmadan, “Allah c.c bana versin” demek değildir. Böyle diyenleri şeytan aldatmıştır. Kişi, elbetteki  çalışacak ve helâlinden rızkını kazanmak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Fakat bu noktadan sonra Allah’ın c.c verdiğine râzı olacak, “Allah bana az verdi, filancaya ise -benden daha az çalıştığı halde- daha çok verdi” diye yanlış ve bâtıl düşüncelere kapılmayacaktır. Çünkü böyle düşünmek, yani Allah’ın taksimine, verdiğine râzı olmamak, başkasının kazancında gözü olmak,  kanaatsiz olmak demektir ki, müslümana yakışmayan kötü bir huydur.

Mehmed Zahid Kotku hz.leri bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Kanâat tükenmez bir hazinedir. Kanaatsiz insanlar her zaman çok zahmet çekerler. Büyüklerimiz dünyaya iltifat etmeyip daima kanaatle, güzel ve hoş vakit geçirmişlerdir. Hele o İbrahim Ethem hazretlerinin sayısız saray nimetlerini ve saltanatını terk edip, ehl-i kanaatin arasına girdikten sonra aldığı manevi zevki anlatabilmek mümkün değildir. Bahusus  Peygamber Efendimiz s.a.v hazretlerinin kanaatleri bütün ümmete büyük bir  ibret dersidir. Hâne-i saadetlerinde çok kereler ocak yanmaz ve yemek pişmezdi, su ve hurma ile yetinirlerdi. Arpa ekmeği ile dahi birbiri üzerine her gün mübârek karınlarını doyurmazlardı. Birkaç gün aç olup Hakk’a tazarru ve niyâz etmeyi, bir gün de bir miktar yeyip Hakk’a şükr etmeyi severlerdi; ve bazen aç oldukları halde bile oruç tutarlardı. Daima ümmetini de böylece kanaatkârlığa teşvik ederlerdi. “ Şeref-i nimet tevâzu’da;  izzet takvâ da; hürriyet de  kanâatte bulunur ”  buyurmuşlardır. (Tasavvufi Ahlak c. 3)

Kanâat sahibi olan rahat ve huzurlu bir hayat yaşar; kanâatsiz kişi için sıkıntı ve azâb içinde kalır. (Câmiu’l Usul). Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur:

“ Müminlerin en hayırlıları kanaatkâr olanlar, en şerlileri ise aç gözlü (tamah sahibi) olanlardır ”                               Câmi-üs Sağir   no: 2077

KANAATSİZLİĞİN  TEDAVİSİ 

Bu mânevi hastalığın iki ilacı vardır:

1- Maddi bakımdan kendinden aşağı olanlara bakmaktır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

“Her kim,  yaratılış ve rızık bakımından kendinden üstün olanı görürse,  bir de (bu hususlarda) kendisinden aşağıda olanlara baksın. Çünkü bu (böyle davranmak) Allah Teâlâ’nın, kendisine verdiği nimetleri hakir görmemesi için daha uygundur“ (Müslim, Tirmizi, Ruhu’l Furkan c 5, s. 351)

Efendimiz aleyhisselam bu hadisi şerifleri ile,  mutlu olmanın temel kurallarından birini ortaya koymaktadır.  İnsan maddi durum, yaşam şartları,  iş imkanları veya makam, mevki, .. vb.  gibi  dünyevi meselelerde kendisinden aşağıda bulunanlara bakarak haline râzı olmalı ve şükretmelidir.

Cenab-ı Hak, insanları imtihana tâbi tutmak için farklı farklı yaratmıştır. Kimi zenginlik yönünden,  kimi kuvvet yönünden, kimisi de akıl yönünden üstündür. Buna göre, herkes kendisinden aşağı olanlara bakarak kanaat etmelidir. Bu şekilde bir davranış, aynı zamanda insanı ruhi sıkıntılardan ve bunalımlardan uzak tutar.

Avn ibni Abdullah (radıyallahu  anh)  şöyle demiştir: “Zenginlerle arkadaş oldum, kendimden daha kederli kimse görmedim, çünkü bineğimden üstün binek, elbisemden daha kıymetli elbiseler görüyordum. Sonra fakirlerle birlikte bulundum da rahatımı buldum“ (Ruhul Furkan 5/ 351)

İçinde  bulunduğu durumdan şikayetçi olan kişilere nâçizâne tavsiyemiz  Kızılay veya benzeri bir hayır kurumuna gönüllü yazılarak fakir bir Afrika ülkesine gitmeleridir. Bizler için çok normal kabul edilen basit şeylerin, örneğin bir bardak temiz içme suyunun veya geceleri ufak bir lamba ile aydınlanmanın veya kimsesiz kalmış yetim çocuklara hediyeler götürüp sevindirmenin onlar için ne kadar önemli ve makbul olduğunu görmek ve bu konularda o insanlara yardımcı olmak,  kanaatsizlik hastalığına yakalanmış kişilerin morallerini düzeltecek, psikolojilerine iyi gelecektir.

2-  “ Onlar, iman eden ve  Allah’ı zikretmekle kalbleri  mutmain olan kimselerdir. İyi bilin ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile tatmin olur  ” .             (Ra’d  suresi, ayet 28)

Bu âyeti kerîmede Allah Teâlâ kalplerin, yani insan gönlünün ancak  iman ve  Allah’ı anmakla  huzura ereceğini  açık bir şekilde beyan buyurmaktadır. Bazen gazetelerde okumaktayız; her istediğini yapabilecek derecede çok zengin olan bazı kişiler, sonunda artık hayattan hiçbir tat alamaz duruma düşmekte ve intihara kadar sürüklenebilmektedirler. Çünkü ayet-i kerimede beyan buyurulduğu üzere, insan kalbi çok para harcamakla, her istediğini yapmakla , .. ve benzer şeylerle tatmin olmaz;  bilakis  bu tür şeylerle kişinin nefsaniyeti gitgide artar ve sonunda helâke sürüklenir. Kalplerin gıdası önce iman, sonra da Allah’ın c.c zikridir. Zikrin  kelime anlamı anmak, yâd etmek demektir. Allah Teâlâyı hatırlatan, O’nun rızâsını kazanmayı amaçlayan her faaliyet, her ibadet, her tefekkür  O’nu zikretmenin kapsamına girer. Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak  hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.

Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuşlardır :

“ Allah’ım, beni sevenlere iffet ve kanaat nasib eyle. Bana buğzedenlere de çok mal ve evlat vererek meşgul et ! ”                       (Acluni)

Ruhu’l Beyan tefsirinde (c 3, s. 264) bu hadis-i şerif nakledildikten sonra şöyle denilmektedir:

“ Ey kul, durumun hakikatine ve malın, kişiden hiçbir azabı gidermeyeceğine muttali oldun. Artık sana düşen, kanaat etmek, dünyalıkları azaltmak, mal ve mevki sahiplerine imrenmemektir ” 

“ Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvalı, gafil insan! Katiyyen bil ki, kanaat ticaretli bir şükrandır; hırs hasaretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır; israf ise nimete çirkin  ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızâya çalış. Tahammül etmezsen, “Yâ  Sabûr“ de ve sabır iste, hakkına râzı ol, teşekki etme. Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Herhâlde şekva etmek istersen, nefsini  Cenâb-ı Hak’ka şekva et, çünkü kusur ondadır ”                       (Mektubat,  24.üncü  Mektub, Beziüzzaman Said Nursi)

 

Lugatçe: Şekva : Şikayet, yakınma;  Küfran: nankörlük, iyilik bilmeme ;  İktisat: Tutumlukuk  İhtiram: Saygı gösterme ; İstihfaf: hafife alma; Teşekki: Şikayet  Hasaret: hasar, zarar

“Kanaat’in ticaretli bir şükran“ olması: Kanaat edip haline şükreden kişiye mânevi olarak bol kazanç verilmesidir. “Hırs’ın hasaretli bir küfran” olması ise: Kanaatsizliğin, sonu mânevi zararlara  götüren – Allah’a karşı- bir nankörlük olması, demektir. “Kimden kime şekva ettiğini bilmek “ : Hâlinden şikayetçi olan kanaatsiz kişi, adeta Allah’ı c.c  bir başkasına (!) şikayet eder konumuna düşer, demektir. Bu hususun bilincinde olmak lâzımdır.