MÜKELLEF NE DEMEKTİR ? 

( Mükellef )   kelimesi  ( külfet )  kökünden gelir ki,  bir şeyi yapmakla yükümlü olan, demektir.  Yine (külfet) kökünden gelen  ( Teklif ) kelimesi de ,  bir kimseden  yapılmasında belli bir güçlük ve meşakkat bulunan bir şeyin gerçekleşmesini istemek , demektir.

Allah-u Teâlâ   bazı emirler vererek , görevler yükleyerek  biz insanları mükellef kılmıştır:

“ Sizi  sadece  abes ( boş)  yere yarattığımızı  ve  sizin hakikaten  huzurumuza  geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız  ? ”                   ( Müminun suresi, ayet 115)

Allah-u Teâlâ   -hâşâ – abes ( boş) işler yapmaz. O’nun   her işinde mutlaka nice hikmetler vardır ki, akıl bunların çoğunu idrak etmekten âcizdir. Bir otun, bir sineğin bile yaratılmasında birçok  hikmet  varken, mahlûkâtın  en üstünü olan insanın  bir gâye, bir hedef olmadan boş yere yaratılması elbetteki mümkün değildir.  Dolayısıyla, insan her şeyden önce  bu âleme geliş ( yâni yaratılış)  sebebini , amaç  ve vazifelerini bilmelidir.   Cenâb-ı Hak bir hadis-i kudsi’de  “  Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi istedim .. ” buyurmaktadır.  Şu halde  yaratılışımızın yüce  gâyesi Cenâb-ı Hakkı  bilmek,  O’nu tanımak ve  sevgilerin en yücesine (muhabbetullah’a )  ulaşmak için çaba göstermektir.  İnsandan başka , yaratılanlardan  hiç bir varlık   bu makâma  nâil  olmamıştır. İşte bu yüce  amaçtan  dolayı  Allah-u Teâlâ  insana  vazife  ve sorumluluklar yüklemiş,  onu ilâhi teklifâta tâbi tutmuş , yâni   mükellef kılmıştır .

 

İNSANLAR   NİÇİN   MÜKELLEF KILINMIŞTIR  ?

İçinde yaşadığımız bu kâinatı bir ağaca benzetirsek, insan bu kâinat ağacının en nazdar, en niyazdar, en nazenin, en  güzel   meyvesidir. Cenâb-ı Hak  insanı   mahlûkâtın en üstünü, en değerlisi olarak yaratmıştır :

 “ Andolsun ki,  Biz  insanoğlunu  mükerrem (üstün ve şerefli)  kıldık ve onları karada ve denizde taşıdık ..”                           ( İsrâ suresi, ayet 70’den )  

Mükerrem =  (Kerem  sahibi yâni, şerefli, saygıdeğer , yüce, asâlet sahibi gibi  anlamlara gelen  bir kelimedir) . Yâni Cenâb-ı   Hak ( mümin- kâfir ayırımı olmaksızın)  insanoğlunu  yaratılış itibariyle    diğer mahlûkata göre  daha  üstün ve şerefli kıldığını  beyan buyurmaktadır. Bu şereflendirmenin  ne şekilde olduğu tefsirlerde şöyle açıklanmaktadır:

Cenâb-ı   Hak insana kendi (sübûti) sıfatlarından bahşetmiş ve  ona   diğer mahlûkatta olmayan akıl, fikir, idrak , irâde,  düşünme ve muhakeme kabiliyeti, kalb gibi  manevi donanımlar   vererek  insanı yeryüzünde    kendi “ halife “si olmaya  aday bir varlık olarak yaratmış ve   yeryüzünde bulunan herşeyi onun emrine vermiştir :

“ O, sizi yeryüzünde halifeler kılandır ..”                  ( Fâtır suresi,  ayet , 39’dan )

Yine,  Kur’ân-ı  Kerîm ‘de belirtildiği üzere,  Allah-u Teâlâ insana  kendi rûhundan  nefheylemiş,  ona bütün isimleri öğretmiş,  henüz yaratmadan önce ruhlar âleminde   “ Ben sizin Rabbiniz değilmiyim ? ” sözüyle  onunla konuşmuş, ona hitâbını işittirmiş  ve

“ Evet, sen bizim Rabbimizsin” (Araf suresi, ayet 172)  sözüyle ona cevap verdirmiş , kulluk üzerine ondan ahid / söz  almış, onu fıtrat üzere dünyaya getirmiş, kendisine peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Namazı farz kılarak  onu huzuruna davet etmiş,  cennetle müjdeleyip ateşle korkutmuş, ona deliller ve mucizeler göstermiştir ..

Dolayısıyla,  insan çok yüce mertebelere , Rabbi’l âleminin   huzuruna , İlâhi  yakınlığa   ulaşmaya kabiliyetli bir varlık olarak yaratılmıştır.   Diğer mahlûkatta ( hayvanlarda, bitkilerde, v.b )  bu kabiliyetler  olmadığı için  onları  mükellef kılmamış, sadece insanları  ( ve cinleri) mükellef kılmıştır. Bu sebepten dolayı ,  insandan gayrı  varlıklar mükerrem     değildirler çünkü onlara teklifât yoktur..

Büyük velî  Sadrettin Konevi hz.lerinin  ( kırk hadis) kitabına aldığı kudsî hadiste,  Hak Teâlâ ve Tekaddes   hazretleri biz insanlara şöyle hitâb etmektedir:

“ Ey Âdemoğlu, seni kendim için, tüm eşyâyı ( varlıkları) da senin için yarattım. O halde,  kendim için yarattığımı,  senin için yarattığımın ayarına düşürme  ! ”

(Aynı hadis-i kudsi’yi Muhiddin ibn Arabi hz.leri “ Nurlar Hazinesi” adlı kitabında vardır ) .

Yâni,   Cenâb-ı Hak   bu kudsi hadis  ( ve ayrıca  Kur’ân ayetleri , ör:  Câsiye suresi, 13) ile yeryüzünü, gökleri ve ikisinin arasındaki tüm varlıkları, denizleri, dağları, ırmakları, ovaları, ağaçları, kuşları,  ormanları,  diğer tüm canlıları, yıldızları, galaksileri, süpernovaları, pulsarları,  nebulaları,  diğer gezegenleri  .. v.b.  kısacası  Evrende  gördüğümüz  bütün bu varlıkları   insan için yarattığını beyan buyurmaktadır .  Tâbiri câizse –  BU EVRENİN  SULTÂNI İNSANDIR . İnsanı  bu âleme  sultân kılan ise, onun Evren’e nispetle toz zerresi bile hükmünde olmayan  maddi  cismi değil , fakat mâneviyatıdır. Bir düşünelim,  üzerinde yaşadığımız  ve cisim olarak bizden milyarlarca kere büyük olan bu yerküre , ellerini açıp

“ Yâ Rabbi “ diyerek   Rabbine duâ  edebiliyor mu ?  Veya birçok hayvan türü fizik olarak  insandan çok daha güçlü, dayanıklı ve üstün olduğu halde, Rabbin huzurunda divân durup O’na münacaatta bulunabiliyor mu ? İşte, bu tür  kabiliyetler , mânevi hassalar  sadece insana  verilmiştir.. Demek ki, insanı  değerli ve şerefli kılan şey  âlemlerin Rabbi olan  Allahu  Teâlâ’yı  tanımak, bilmek  ve O’na isteyerek – severek taat ve kullukta bulunmasıdır .. İşte ,

“ Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım .. ”

(Zâriyat suresi, âyet 56) âyeti  bu gerçeği açıklamaktadır.

Müfessirlerin pîrî olan sahabeden   Abdullah İbn Abbas radıyallahu anh hz.leri bu  âyetteki

( liya’budûn = kulluk etsinler  ) kelimesini   ( liya’rifûn = marifet sahibi olsunlar, yâni Allah’ı bilsinler, tanısınlar )  olarak   tefsir buyurmuşlardır. Dolayısıyla,  biz insanların bu dünyaya  gönderilmesinin  amacı,  Allah-u  Teâlâyı  doğru şekilde, bütün kâmil sıfatlarıyla  tanımak, bilmek ve bu suretle  en yüce sevgiye ulaşarak O’nu sevmek ve  O’na kulluk etmek  içindir ki,   Allah dostları  bunları    kısaca   “ Marifetullah  ve    Muhabbetullah  tahsili “ olarak   isimlendirmişlerdir.  İnsan  kendine sormalıdır,  acaba  bu dünyada   âlemlerin Rabbi olan  Allah-u zül celâl hazretlerini  tanımak ve  bilmekten daha yüce bir  ilim  ve  O’nu sevmek,   O’na kulluk etmekten  daha  değerli, daha üstün ,  daha şerefli   bir “ meşguliyet”   veya bir “faaliyet”   varmı dır ? İnsan biraz düşününce  böyle bir şeyin mümkün olamayacağını idrak eder.  Dolayısıyla, insanı  Allah c.c   indinde  değerli  ve şerefli kılan şey Marifetullah  ve    Muhabbetullah    tahsili neticesinde O’na karşı olan has kulluğudur,  şâyet    şâyet bunlar yoksa   insanın diğer mahlûkattan  pek  farkı kalmaz, hatta kendinde  bulunan   yüksek değeri zâyi ettiği için  onlardan da daha aşağı bir dereceye bile düşer. Şeyh Gâlip :

“ Hoşça  bak zâtına, çün  zübde-i  âlemsin sen ..”

( Kendine iyi bak, dikkat et, çünkü  sen  âlemin ( Evren’in ) özü  ve en seçkin parçasısın )

diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir.

KİMLER MÜKELLEFDİR ?  

 

Allah-u Teâlâ’nın dünyada yarattığı tüm mahlûkat arasında mükellef olanlar insanlar(ve ayrıca cinler) dir.  Diğerleri, örneğin hayvanlar, mükellef değildirler.

İslâm’a  göre, bir kişinin   mükellef, yâni  dînî hükümlerle yükümlü olabilmesi için kendisinde iki şartın bulunması gerekir : akıl  ve bülûğ .  Başka bir ifade ile  mükellef,  dinin emrettiği şeyleri yapmak ve yasakladığı şeylerden sakınmakla yükümlü olan kişidir ki, bu kişinin  aklı başında ve ergen olması lâzımdır.  Bu nedenle, bülûğa ermemiş çocuklar veya aklını  yitirmiş kişiler  dînen mükellef sayılmazlar.

 

 

MÜKELLEFİN  İŞLERİ ( EF’ÂL-İ MÜKELLEFÎN )

 

Allah-u Teâlâ  ve Tekaddes hazretleri biz insanları bu âleme  getirmiş, ancak başıboş bırakmayarak  bazı emirler vermiş, görevler  yüklemiş, yâni bizleri mükellef ( bazı şeyleri yapmakla yükümlü ) kılmıştır. En başta gelen  sorumluluğumuz  ise, bizleri bu  varlık âlemine getiren  Allah-u Teâlâ hz.lerine karşı  olan kulluk ve taat vazifemizdir.  Diğer her şey bu esas vazifemizden sonra gelir.

Mükellefiyetlerini (yükümlülüklerini) yerine getirmeyenler, bu dünyadan sonra gelecek olan âhiret âleminde Allah-u Teâlâ’nın huzurunda sorguya çekilip mükâfat veya ceza göreceklerdir.

Mükellef (yükümlü) olan insanların işleri aşağıda belirtilen sekiz kategoriden birine girmektedir ki, bunlara   “Ef’âl-i mükellefin” (mükellefin işleri)  denir. Bunlar şöyledir :

  1. Farz

Dinen  yapılması kesin delillerle emredilen şeye farz denilir. Farz, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olmak üzere , iki kısımdır.

Farz- ayn : Her mükellefin  ayrı ayrı  yapması gereken farz demektir.  Farz-ı ayn, bazılarının yapmasıyla diğer mükelleflerden sâkıt olmaz, yani yükümlülük kalkmaz. Onu her mükellefin yapması gerekir.  Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.

Farz-ı kifaye: Bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin yapması gerekmeyen farz demektir. Yâni müslümanların ferden değil, toplum olarak sorumlu oldukları mükellefiyetlerdir.  Cenaze namazlarının kılınması, cihad, şahitlik gibi.

 

Farzın hükmü : Yapan sevab kazanır, özürsüz olarak yapmayan azâbı hak eder. İnkâr eden ise ( Allah korusun)  dinden çıkmış olur. Misal : Allah-u Teâla namazı olduğu gibi, zekâtı da  farz kılmıştır. Zekat vermemek  hem Allah’ın c.c emrini  dinlememek, hem de fakirin hakkı (olan) parayı  gasbetmek  demektir. Bu bakımdan zekat vermeyenler âhirette şiddetli azâba duçâr olacaklar ve  Peygamber Sa.v Efendimizin  şefaatinden de istifade edemeyeceklerdir.  Ebû Hureyre r.anh’dan  rivayet edildiğine göre,  Peygamber Efendimiz S.a.v  şöyle buyurmuştur:

“ Kim , Allah kendisine mal verir de o malın zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen bu mal gayet büyük bir erkek yılan şekline sokulur. İki gözünün üzerinde iki nokta vardır. Bu azgın mal sahibinin boynuna gerdanlık yapılır. Yılan ağzı ile sahibinin çenesini iki tarafından yakalayarak: Ben senin (dünyada iken çok sevdiğin) malınım, senin biriktirdiklerin benim işte !  der. Ebû Hureyre ilave ederek dedi  ki :  Peygamber S.av bunları  söyledikten sonra :

“ Allah’ın fazl-ı kereminden lütfettiği nimetleri infak etmek  hususunda cimrilik edenler, sakın bunu kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler, bilakis bu onların kötülüğünedir . Cimrilik ettikleri  şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır ”

( Âl-i İmran suresi, âyet 180)  âyetini okudu.   (Buhari, Kitabü’z Zekat)

 

  1. Vacib

Delil yönünden farz kadar kesin olmamakla beraber, yapılması istenen şeydir. Vitr ve bayram namazlarını kılmak ve kurban kesmek gibi.

Vacibin hükmü : Yapan sevab kazanır, özürsüz olarak yapmayana azap gerekir.

Farz ve Vacib’in farkı : Tatbikat ve amel bakımından  farz ve vacip arasında fark yoktur. Misal : Farz namazlar eda  olunmadığı zaman kaza edilirler. Vacip olan vitr namazı da aynı şekilde kaza edilir. Farz ve vacip’in terk edilmesi haramdır. Bunları yerine getirmeyen fâsık olur ve fıkıh kurallarına göre fâsık’ın  mahkemede şahitliği kabul olunmaz.

Farz ve vacip’in esas  farkı itikad bakımındanır . Farzı inkar eden kâfir olur,  vacib’i inkar eden ise ehli sünnet itikadının  dışına çıkar, yani muteber olmayan bir itikad sahib olur.

 

İlim Öğrenmek Erkek Kadın Her Müslümanın İlk  Vazifesidir

 

Farz ve vâciplerin  en başta geleni,  iman ve İslâmın  esaslarını ve şartlarını , Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını, helal ve haramlarını   öğrenmektir. Bu husus,  kadın  veya  erkek her müslüman için farzdır, vâciptir. Konu ile ilgili bazı hadis-i şerifler şöyledir  :

“ İlim öğrenmek,  erkek  ve kadın   her müslümana farzdır “

( İbn  Mâce; Mukaddime, 17; Beyhaki, Şuabu’l İman, 1663 ;  K Üstün , Ellidört Farz şerhi, s. 458)

“ Fıkıh ilmini  talep etmek (öğrenmeyi istemek ), her  müslümanın üzerine vacip üstü vaciptir”  

( Deylemi, el Firdevs; Ali el Muttaki , Kenzü’l Ummal ; Gümüşhânevi , Râmuz, s. 312/14 )

” İlim Çin’de de olsa onu talep ediniz (öğreniniz). Çünkü ilim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümana farzdır”

( Acluni , Keşfü’l hafa  ;  K Üstün , Ellidört Fraz şehi, s. 458)

 

Bu hadis-i şeriflerde  (  ilim) den  kasdedilen hiç şüphesiz ki  öncelikle  şer’i- dînî ilimlerdir. Çünkü İslâm’a göre, dîni ihtiyaçlara cevap verecek derecede ilim öğrenmek farz-ı ayndır, yâni her mükellef kadın ve  erkeğin asğari olarak bunları öğrenmesi zorunludur. Öncelikle öğrenilmesi gereken  ilimler  ise itikad ( inanç esasları) ,  helal- haram bilgileri, farz , vacip ve sünnetlerdir.  Her mümin  bunları  doğru kaynaklardan öğrenip  düzgün bir itikad sahibi olmakla, rızkını helalinden kazanmakla  ve haramlardan  kaçınıp  farzları ifâ etmekle  mükelleftir. Bunları bilmemek mazeret teşkil etmez.  Nasıl ki bir insan yaşadığı ülkenin kanunlarına uymakla mükellef ise  ve bir suç işlediği zaman  “ Ben kanunları bilmiyordum” demesi mazeret olarak kabul edilmezse, bunun gibi, yaşadığımız bu âlemin (Evren’in) sahibi ve kanun koyucusu olan  Allah-u zül celâl hazretlerinin  emir ve yasaklarını bilmemek  veya  onları yapmamak   yarın âhirette mazeret olarak kabul edilmeyecektir.

 

  1. Sünnet

Peygamberimizin farz ve vacip olmayarak yaptıklarına ve yapılmasını tavsiye ettiklerine denir. Sünnet  “ müekkede “ ve  “ gayr-i müekkede” olarak ikiye ayrılır.

Sünnet-i müekkede peygamberimizin devamlı yaptığı, ancak nâdiren  terkettiği  sünnete denir. Kaamet veya  abdest alırken ağıza ve buruna su vermek,  gibi. Sünnet-i gayri müekkede ise peygamberimizin devamlı yapmayarak, bazen de  bıraktığı   fiillerdir.

Ecdadımız sayesinde Sünnet, gündelik hayatımızın içine girmiştir.  Örneğin,  yemekten önce elleri yıkamak, yemeğe besmele ile  ve sağ elle  başlamak, önünden yemek,  tıkabasa yemeyip sofradan doymadan kalkmak,  yemekten sonra hamd etmek, eve girerken besmele ile  ve sağ  adımla girmek ve evdekilere selam vermek ; yolda karşılaşılan herkese selam verip tanıdıklara hal- hatır sormak ;  asık suratlı olmayıp  güler yüzlü olmak, .. v.b   bunların  hepsi Peygamber Efendimiz  sallallahu aleyhi ve sellem’in   sünnetlerindendir.

Sünnetin hükmü: İşleyen sevab kazanır. Sünneti kasden terk etmek, azâbı değilse de, azarlanma ve kınamayı gerektirir.

 

  1. Müstehab ( Mendûb)

Peygamberimizin bazen yapıp bazen yapmadığı şeye müstehab ( veya Mendub) denir. Şevval ayında altı gün oruç tutmak gibi.

Müstehabın hükmü:  Yapan sevab kazanır, yapmayan sevabdan mahrum olur.

 

  1. Mübah

Mükellefin , yapıp yapmamakta serbest olduğu şeye denir. Yâni  mübahların yapılması veya terkedilmesi yönünde  herhangi bir dini yükümlülük yoktur.  Helal olan şeyleri yiyip içmek, oturmak, yürümek ve uyumak gibi . Bir fiilin  dînî- şer’i  hükmü konusunda herhangibir açıklama yoksa,  “ Eşyada  kural olan mübah olmasıdır “  ilkesi gereğince  o fiilin mübah olduğuna dâir hüküm verilir. Ancak bir fiilin mübah olması, o fiilin  sürekli ve ölçüsüz bir şekilde  işlenmesi veya terkedilmesi anlamına da gelmez. Bu tür ölçüsüz davranışlar o fiili mekruh veya  haram sınırına sokabilir. Misal: aşırı yemek yemek kişinin sağlığını bozacağı gibi, hiç yemeyip açlık grevi yapmak da  kişiyi ölüme götürebilir. Oysa kişin kendini öldürmesi haramdır. Dolayısıyla her şeyde ölçülü olmak esastır.

Mübahın hükmü : Yapan sevab kazanmaz, yapmayan da günah işlemiş olmaz.

 

  1. Haram

Haram, sözlükte “ yasak, memnu ”  demek olup, helâlin zıddıdır.Dînî terim olarak ise, yapılmaması   kesin delil ile emredilen şeye denir. İnsan öldürmek, hırsızlık yapmak, anaya babaya karşı gelmek,  zinâ yapmak , müslüman bir kızın müslüman olmayan erkekle evlenmesi gibi .

Haramları  ( ve helalleri) tayin ve takdir etmek  sadece Allah-u  Teâlâ ve O’nun vahiyle bildirdiği Resûlünün yetkisindedir. Hz Peygamber S.av ‘in bu konudaki  hadisleri,  Allah’ın hükmünü ve iradesini beyandan  ibarettir. Yukarıda belirtildiği gibi, eşyada aslolan helâl  ve serbest oluşudur.  Dolayısıyla, İslam dininin bir şeyi haram kılışı  ve gayri meşru olarak nitelendirmesi  birçok hikmetlere dayanmaktadır. Buna uymayanların , yâni Allah’ın c.c koyduğu ölçülere, sınır ve yasaklara uymayanların sadece kendilerine yazık ettikleri Kur’ân da sıkça tekrarlanmaktadır.  Bu nedenle,  harama ve harama yol açan  vasıtalardan kaçınmak gerektiği gibi, haram şüphesi taşıyan işlerden ve kazançlardan da uzak durmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hak  bu konuda :

“ Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir. “                             Bakara suresi,  âyet 229’dan

 

buyurmaktadır.  Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’de bir hadislerinde şöyle  bir teşbihte  ( benzetme de)   bulunmuşlardır :

“ Helâl apaçık bellidir.  Haram da apaçık  bellidir. Helâl ile haram arasında birtakım şüpheli şeyler vardır, insanların çoğu bunları bilmez. Her kim bu şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve namusunu  (yanlışlardan) uzak tutar.  Her kim de  şüpheliye düşerse, harama  düşer. Koru yakınında hayvan otlatan kimse gibi ..

Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah’ın korusu da yasakladığı haramlardır. Koru etrafında otlayan ( her zaman) onun içine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır .. .. ”    (Buhari, İman; Tirmizi, Büyû; İbn Mâce, Fiten )

 

Haramın hükmü : Haram olan bir şeyi yapan günahkar olur ve hem  âhirette hem de dünyada  cezaya çarpılmayı hakeder ;  haramdan kaçınan sevab kazanır. Haram olan bir şeyi helal sayan ise dinden  çıkar, küfre düşer ( kâfir olur) . Haram’a iştirak da haramdır. Misal, adam öldürmek haram olduğu gibi,  öldürmeye  yardımcı olmak da haramdır. İçki içmek haram olduğu gibi, içkinin   üretim , dağıtım, servis, v.b aşamalarına yardımcı olmak da câiz değildir. Haram işleyenler hem dünyada ceza görürler, hem de âhirette. Dünyada cezalar geçicidir  ama ahiretteki cezalar   şiddetli ve kalıcıdır :

“ .. Kim Allah’a ve Resûlüne  karşı gelirse bilsin ki ona, içinde ebedi kalacağı Cehennem ateşi vardır .”                        ( Cin suresi,  âyet 23’den )

 

İşlenilen günahlar nedeniyle  âhirette azaptan kurtulmak  ancak Tevbe ile mümkündür. Tevbe’nin şartı pişmanlık  duymak ve bir daha o günaha dönmemek üzere kesin kararlılık ve azim göstermektir. Tevbe kapısı ölene kadar açıktır. Ancak, insan ne zaman öleceğini bilmediği için, bir günah işleyince vakit geçirmeden hemen tevbe edip hâlini  düzeltmesi gerekir.

 

  1. Mekruh

Mekruh, Arapçada  çirkin,  tiksindirici anlamlarına gelen  ( kerih) kökünden türemiş bir kelimedir. Dini  bakımdan ise,  delil  yönünden haram kadar kesin olmamakla beraber, yapılmaması istenen şeye denir. Mekruh, tahrimi ve tenzihi olmak üzere iki kısma ayrılır.

Tahrimen Mekruh:  Harama yakın mekruhtur. Başkasının satışı üzerine satış, erkeklerin ipek ve altın kullanması gibi. Hükmü:  terkedilmesine sevap, yapılmasına ceza vardır.

Tenzihen  Mekruh : Helale yakın mekruhtur. Sünnet ve Müstehab olan şeyleri yapmamak mekruhun bu kısmına girer.  Soğan, sarmısak yiyerek camiye gitmek,  abdest alırken suyu israf etmek  gibi. Hükmü: yapmak azab gerektirmez, ancak yapılmaması daha iyi olur.

Not : Bu tarifler  İmam-ı  Âzâm’a , yâni  mensubu bulunduğumuz Hanefi mezhebine göredir. Hanefilerin dışındakilere ( Şâfi, Maliki ve Hanbeli’ye ) göre mekruh tek çeşittir. Şer’in terkedilmesini kesin ve bağlayıcı olmadan istediği şeydir. Hükmü:  Terkeden medhedilir, sevap alır; yapan da zemmedilmez, cezalandırılmaz.

 

Bu noktada şunu da ilave etmek gerekir ki, bir müslüman kendini  “ ahlâk-ı zemime “ denilen kötü huylardan arındırmak  ve “ ahlâk-ı hamide” denilen iyi huylarla donatmakla da  mükellefftir. Hayâsızlık ,  müstehcenlik, ırkçılık, zâlimlik, kendini beğenmek ( ucûb), kibir,  başkalarının arasını bozmak, dedikodu, gıybet,  yalan söylemek , verdiği sözü tutmamak,  insanları aldatmak, merhametsiz olmak, riyâkarlık,  dünyaperest olmak, kindar olmak, hasetçi olmak,  tembellik, korkaklık, kanaat sahibi olmamak, geçimsiz olmak, .. v.b bu  gibi kötü huyların her biri  ya haramdır veya mekruhtur. Dolayısıyla, bir müslümanın kendini bu gibi huylardan  kurtarmak  için nefis mücâhedesi yapması lâzımdır. Bu da dinimizin  emridir.

 

  1. Müfsid

Başlanmış bir ibadeti bozan şeye denir. Namaz kılarken konuşmak gibi..

 

İşte,  mükellefin işleri  bu sekiz’den biridir, yâni  bir insan  24 saaatlik  gününü  mutlaka bu fiiilerden birkaçını işleyerek geçirir. Veya başka bir ifade ile,  kişinin bir ömür boyu işlediği fiilleri bu sekiz sınıf altında tasnif etmek mümkündür. Bunlardan farz, vacip , müstehap ve sünnetleri işlemekte Allah’ın c.c  rızâsı vardır ; haram ve mekruhları işlemek veya farzları yapmamak ise  Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Böylece,  yaşanılan dünya hayatının sonunda ise Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilen Cennet’e gönderilir ; orada peygamberler, sıddîklar, şehidler  ve diğer  iyi insanlarla  birlikte Cennetin doyumsuz nimetlerini tadarak büyük  bir mutluluk içinde   ebedi olarak yaşar. Buna karşılık Cenâb-ı Hakkın gazabını celbeden ise Cehenneme hak kazanır. Dolayısıyla, kişi kendi  yaptıkları ( fiilleri)    neticesinde Cennetteki veya Cehennemdeki  yerini daha  bu dünyada iken hazırlamış olur :

“ İşte bunlar Allah’ın hudûdudur. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyar. Onlar, orada ebedi olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur “              ( Nisâ suresi, âyet 13 )

 

Bu bakımdan  her mümine ilk  önce lazım olan şey imanı ( itikad esaslarını ), farzları, vacipleri, haramları, helalleri, mekruhları, sünneti  öğrenmek  ve bunları ailesine öğretmektir. Bunlar öğrenilmedikçe   imanı elde tutmak, müslümanlığı muhafaza etmek çok güçtür. Kaldı ki,  “ Ben – elhamdülillah – müslümanım ”  diyen bir kişinin bunları öğrenip öğrenmeme konusunda bir tercih  hakkı da  yoktur;  bu bilgileri öğrenmek her müslüman için farz-ı ayn’dır, yani öğrenmesi zorunludur.

 

İkinci bin yılın müceddidi , büyük velî ve âlim İmam Rabbani hz.leri  ( 1563- 1624)  Mektubât isimli eserinde  şöyle buyurmaktadır ( 193.üncü Mektup’dan )  :

“ Âkıl ve bâliğ olan her erkeğin ve kadının birinci vazifesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin  yazdıkları akâid bilgilerini (inanç esaslarını)  öğrenmek  ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Allah-u teâlâ o büyük âlimlerin  çalışmalarına bol bol sevab versin !  Kıyâmette cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar yalnız bunların yolunda gidenlerdir …

İtikadı (inancı)  düzelttikten sonra helal, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mekruh olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve bunların gereğine göre amel etmek  lâzımdır ..

Allah korusun, itikad edecek şeylerde bir sarsıntı olursa, kıyâmetde Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da, amellerde gevşeklik olursa, tevbe ile – ve belki tevbesiz  de- affolunabilir. Eğer afv olunmazsa, cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur”

 

O halde  yapılacak  ilk iş, bu bilgilerin derli –toplu olarak sunulduğu bir  İlmihal Kitabı edinmek ve onu okuyarak  iman esaslarını ( Allah’a, peygamberlerine, kitaplara, meleklerine, âhirete, kazâ ve kadere , hayrın ve şerrin O’nun yaratmasıyla olduğuna iman etmek), Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarını, esmâ-i hüsnâ’yı   ve sonra da dîni hükümleri ,  farz, vacip, sünnet, müstehab, mübah, haram, mekruh ve müfsidleriyle öğrenmektir.  Bu hususta , Diyanet İşleri Başkanlığımızca hazırlanan (veya onaylanan)  ilmihal kitaplarını tavsiye ediyoruz ..

 

Bir kudsi hadiste bildirildiğine göre Allah-u Teâlâ Dâvud aleyhisselâm’a şöyle vahyetmiştir:

“ Ey Dâvud !  Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi, tanınmayı istedim de kâinatı ve  mahlukâtı yarattım . Beni bilsinler, tanısınlar diye. Ey Dâvud, faydalı ilim öğren ! Faydalı ilim ; celâlimi, azametimi , büyüklüğümü, kudretimin herşeye galip olduğunu bilmendir. İşte bu ilim, seni bana yaklaştırır ..  “ (  Marifetname , Erzurumlu İ.   Hakkı hz., s. 410)

 

Yazımızı Peygamber Efendimiz  sallallahu aleyhi ve sellem’in   bir duâsı ile bitiriyoruz:

“ Ey Seni gerektiği gibi tanıyıp bilemediğimiz,  gerçekte bilinmiş olan  Allah’ımız !. Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz ! .. ”

(Marifetname , Erzurumlu İsmail  Hakkı hz., s. 410)