ÖYLE Mİ SANIYORSUNUZ? – 1
“ Sizi ancak boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? “ (Mü’minûn suresi, âyet 115)
Evliyâullah’dan Hz. Behlül’ün şöyle dediği nakledilir:
Bir gün Basra sokaklarının birinde yürürken ceviz ve bademlerle oynayan çocuklarla karşılaştım. Onlara bakan ve ağlayan başka bir çocuk daha gözüme ilişti. Kendi kendime: “Bu çocuğun oynayacak bir şeyi olmadığı için diğer çocukların ellerindekilere bakıp üzülüyor” dedim. Çocuğa: ”Oğlum neden ağlıyorsun? Sana ceviz ve badem alayım da çocuklarla oynarmısın?” dedim. Çocuk gözlerini kaldırdı ve: “Ey kıt akıllı kimse, biz oyun için yaratılmadık!“ dedi. Bunun üzerine ona “Oğlum, peki niçin yaratıldık?” diye sordum. “İlim ve ibadet için” dedi. Ben de ona “Bârekallah (Allah sana bereketler versin), bunu nereden bildin?” diye sordum. Çocuk: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” âyetinden dedi. Ona “Seni hakim (hikmet sahibi) biri olarak görüyorum, bana veciz bir öğüt ver” dedim. (Bunun üzerine çocuk Behlül’e güzel ve hikmetli bir şiir söyler)
Behlül der ki: “Çocuk sözlerini bitirince baygın bir halde yere yığıldı. Başını kucağıma koydum. Cübbemin yeni ile yüzündeki tozları temizledim. Kendine gelince ona: “Oğlum, bu başına gelen nedir? Sen henüz bir günah bile yazılmamış küçük bir çocuksun“ dedim. Çocuk: “Benden uzak dur, ey derviş! Annemin ateş yakarken büyük odunları küçük odunlarla tutuşturduğunu gördüm. Onun için ben cehennemin odunlarının küçüklerinden olmaktan korkuyorum” dedi.
Behlül demiştir ki: “Bu çocuğun kimlerden olduğunu sordum. Onun Hz. Hüseyin (radıyallahu anh) evlâdından olduğunu söylediler. Bunun üzerine böyle bir meyvenin ancak o ağaçtan meydana gelebileceğini anladım ve hayran oldum… (Ruhu’l Beyan tefsiri’nden c. 13, s. 294)
Allah-u Teâlâ’nın isimlerinden (Esmâ’ül Hüsnâ) biri “El Hakîm” dir. Yâni yüce Allah c.c hikmet sahibidir, O’nun her işinde mutlaka bir hikmet vardır ancak insan zekası bunların çoğunu anlamaktan âcizdir. Allah-u Teâlâ’nın bütün bu kâinatı ve biz insanları yaratmasında nice hikmetler vardır. Nitekim Hak Teâlâ hz.leri bir ayet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır:
“ Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları (yâni tüm Evren’i), oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık “ (Duhân suresi, ayet 38)
Hadis-i kudsî’de ise Allah-u Teâlâ’nın:
“ Mahlûkatı benden faydalanmaları için yarattım, yoksa ben onlardan istifade etmek için değil ” buyurduğu ifade edilmiştir. (Irâki, Muğni; 4, 150)
Cenâb-ı Hak “Ganiyyü’l an-il âlemîn” dir ( Ankebût suresi, ayet 6), yâni âlemlerden mustağnidir, hiçbir mahlukâtının hiçbir şeyine (ibadetine, duâsına, yardımına, ..v.b) ihtiyacı yoktur. Bu bakımdan, insanın yaptığı her iyi şey (ör. sâlih amelleri, ibadetleri) ancak kendi yararınadır, yoksa âlemlerin Rabbi olan Allah-u Teâlâ’ya bir yarar sağlamaz.
Yüce dinimizin bize öğrettiğine göre, Hak Teâlâ hz.leri insanları Cennetine ve Cemâline vâsıl kılmak üzere yaratmıştır, orada insanları sonsuz, akla hayale gelmeyen nimetler beklemektedir. Dünyaya gelen her insanda bu nimetlere ulaşma kabiliyeti-kapasitesi vardır. Ancak, bir imtihan yeri olan bu dünya âleminde bu hikmeti anlamayıp da nefse ve şeytana tâbi olanlar (uyanlar) veya başka bir ifade ile, bu kabiliyetlerini kullanmayıp da Cennet nimetlerini adeta ellerinin tersiyle itenler, kendilerini nâr-ı câhîm’e (Cehennem ateşine) düşürürler. Yoksa, hâşâ, Allah-u zül celâl hazretleri kullarına zulmedici değildir.
Cehennem’in bir fonksiyonu da ilâhi adaletin tecelli yeri olmasıdır. Allah-u Teâlâ’nın Esmâ’ül Hüsnâ’sının biri de “El Adl” ism-i şerifidir. El Adl, son derece adalet sahibi olan, demektir. Bu bakımdan, ilâhi adalet mutlaka tecelli edecek ve Allah’ın kullarına zulmedenler ceza göreceklerdir. Hiç kimsenin ilâhi adaletten kaçması mümkün değildir:
“ Yoksa kötülükleri yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ne yanlış) hüküm veriyorlar ! “ (Ankebut suresi, âyet 4)
Evet, zâlimler mutlaka yaptıkları kötülüklerin karşılığı olarak cezalandırılacaklardır. İşte, dünyanın birçok yerinde işlenen insanlık suçları; kadınların, çocukların öldürülmesi, evlerin, kasabaların yakılıp yıkılması, cinâyetler gözler önündedir. Bu zulümleri, katliâmları yapanların, sebep olanların çoğunluğunun bu dünyada bir ceza görmedikleri ise bilinen bir gerçektir. Demek ki Hak Teâlâ hz.lerinin El Adl sıfatının tam olarak tecelli edeceği öyle bir vakit gelecektir ki, işte o vakitte hesab defterleri açılacak ve herkes yaptığının karşılığını görecektir:
“ Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı) korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor “ (İbrahim suresi, ayet 42)
O gün ise beş vakit namazda “Mâlik-i yevm-üd-din” olarak tekrarladığımız “din günü”dür, diğer ismi ile “hesab günü” dür:
“ Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün, beni, ana – babamı ve (bütün) müminleri bağışla ! ” (Rabbenâfirlî velivalidiyye ve lil-müminiyne yevme yekûmul- hisâb) (İbrahim suresi, ayet 41)
Mümin olsun, kâfir olsun (yâni inansın veya inanmasın) herkes hesaba tâbi olacaktır. Hesabın ilk aşamasında kişiye dört ana başlıkta soru sorulacaktır:
- Ömrünü nerede ve nasıl geçirdin?
- Paranı, malını nereden kazandın ve nerelere harcadın?
- Sana emanet olarak verilen şu bedenini nerede eskittin?
- Sana verilen ilimle nasıl amel ettin?
Bu hususlarla ilgili hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
“ Kıyâmet günü herkes, dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdin? İlmin ile nasıl amel ettin? Malını nereden kazandın ve nerelere sarfettin? Cismini, bedenini nerede yordun, hırpaladın? “ (Tirmizi, Ramuz-ül Ehadis , 5877)
Müslüman bir kişi, ömrünü -mâlâyani tabir edilen- boş şeylere, oyun eğlence türünden lüzumsuz işlere harcarsa; dînî bilgilerini artırmak için çaba sarfetmez ve öğrendiklerini de uygulamaya sokmazsa, örneğin namazlarını kılmaz, orucunu tutmaz ve zekatını vermezse; helal kazancını hayırlı işlerde sarfetmezse, üstelik bir de kazancına haram bulaştırırsa; kendisine verilmiş çok değerli bir emanet olan canını, bedenini hak- hakikat yolunda ve Allah (c.c) rızâsını kazanmak için değil, tamamen dünyevi ve nefsanî arzuları doğrultusunda eskitirse, o zaman acaba yukarıdaki sorulara nasıl cevap verebilecektir? İnsan ömrü pek azdır, ortalama 60-70 yıldır. Onun da büyük kısmı uyku, maişet (geçim) tedariki ve çoluk çocukla gelip geçer. Yaratılış gâyemiz olan ubûdiyyet (Allah’a kulluk) için pek az zaman kalır. Şayet o kalan zamanı da kişi (malâyani) tâbir edilen boş ve gereksiz işlerle geçirirse, kendine ilâhi bir emanet olarak verilen ömr-ü aziz’ini ziyan etti demektir.
Malâyani: Kişiye hiçbir şey kazandırmayan lüzumsuz konuşmalar – tartışmalar, TV önünde dizi film seyrederek vakit geçirmek, faydasız romanlar okumak, magazin dünyası veya başka boş konularla ilgilenmek, futbol fanatikliği, kısır siyasi tartışmalar, … ve benzerleri, bunların hepsi malâyani’dir. (Kağıt oyunları , tavla v.b şeyler oynamak veya son dönemlerle pek moda olan pub-bar’larda vakit geçirmek ise zaten malâyani’nin de ötesinde mekruhtur, haramdır). Bunların hiçbirinin kişiye en ufak bir fayda bile sağlamadığını, insan âhirete gidince görecektir. Onun için, bir müslüman vaktini böyle lüzumsuz işlere sarfetmemeli, ya dünyasına veya âhiretine yarayacak bir faaliyetle meşgul olmalıdır. Esas vaktini ise yaratılış gayesi olan ubûdiyyet (Allah’a kulluk) için kullanmalıdır. Allah’a kulluk, zikir, fikir, huzur-u dâim ile geçirilen vakitler büyük nimet bilinmelidir. Âyet-i kerime’de müminler için:
“ Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler ” (Müminun suresi, âyet 3)
buyurulmuştur. Hadis-i şerifte ise buyuruldu ki:
“ Allah-u Teâlâ’nın kulundan vazgeçmesinin belirtisi, o kulun boş şeylerle vakit geçirmesidir. Ömrünün kısa bir parçasını da olsa, yaratılışının sebebi olan ibadetlerden başka, boş şeylerle geçiren kimseye, elbette onun uzun hasretini çekmek yaraşır. Kırk yaşını geçtiği halde iyilikleri fenalıklarına üstün gelmeyen kimse, cehenneme hazırlansın. ” (İmam Gazali, “Ey Oğul” kitabından)
İnsan, Allah-u Teâlâ’nın huzuruna döneceğini hiçbir zaman unutmamalıdır:
“ Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine kulluk etmekte hiçbir kimseyi ortak koşmasın ” (Kehf suresi, âyet 110’dan)